Belediye Tarihçesi
Şanlıurfa, medeniyetlerin, inançların ve insanlığın ortak değerlerinin ortaya çıktığı ve geliştiği en önemli merkezlerden birisidir. Şanlıurfa, çeşitli (coğrafik-stratejik) etkenlerden dolayı üzerinde birçok bağımsız devlet ve beyliklerin kurulduğu, değişik kültürlerin hayat bulduğu bir yerleşim yeri olup, aynı zamanda, en eski medeniyet merkezlerindendir. İpekyolu üzerinde ve yerleşmeye elverişli doğal şartlara sahip olan Urfa, tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya’nın eski medeniyet merkezlerinden biri olmuş, istilaya açık coğrafik konumundan dolayı birçok hâkimiyet savaşına sahne olmuş, Pers, Helen, Roma, Bizans, Arap ve Türk egemenliklerinden dolayı çok zengin bir kültürel biçimlenme taşımıştır.
Şanlıurfa merkez Örencik köyü içerisinde yer alan Göbeklitepe’de yapılan kazılarda Neolitik dönemin Akeramik devresine ait dünyanın en eski heykel atölyesine rastlanmıştır. Kazılarda günümüzden 11.500 yıl öncesine ait tapınaklar gün yüzüne çıkarılmıştır.
Şanlıurfa, arkeoloji literatüründe “Bereketli Hilal” olarak bilinen Yukarı Mezopotamya’nın en eski yerleşim birimlerinden biridir ve bölgenin orta Fırat havzasında yer almaktadır. Şanlıurfa, M. Ö. 8 bin dolaylarında ilk tarımın yapıldığı ve yerleşik hayata geçtiği bölgede yer almaktadır.
Urfa, çeşitli devletlerin kurulduğu, yıkıldığı, savaşların olduğu, barışlara tanık olmuş bir havzadadır. Bu sebeple her iktidarın getirdiği yönetim şeklinden etkilenmiştir.
1. URFA’NIN TARİHİ ÖNEMİ
Çeşitli kaynaklarda ve halk arasında Musevi, Hristiyan ve İslam peygamberlerinin atası olan Hz. İbrahim’in Şanlıurfa’da doğduğuna, Lut peygamberin, amcası Hz. İbrahim’in ateşe atıldığını gördüğüne ve bu sebeple Şanlıurfa’dan ayrıldığına, İbrahim peygamberin torunu ve İsrailoğullarının atası Yakup peygamberin bir dönem Harran’da bulunduğuna, Hz. Eyyüp’ün Şanlıurfa’da hastalık çektiğine ve burada vefat ettiğine, Hz. Elyasa’nın Eyyüp peygamberi görmeye geldiğine, ancak göremeden burada öldüğüne, Hz. Şuayp’in Harran’a 37 km mesafede yaşadığına, Hz. Musa’nın Soğmatar’da Şuayp Peygamberle buluştuğuna inanılmaktadır. Ayrıca birçok kaynağa göre; Hz. İsa, Şanlıurfa'yı kutsadığına dair mektubunu ve yüzünü sildiği mendile çıkan mucizevî portresini (Hagion Mandilion) Şanlıurfa kralı Abgar Ukkama’ya göndermiştir. Bütün bunlardan dolayı Şanlıurfa “Peygamberler Şehri” ve “Kutsanan Şehir” adlarıyla tanınmaktadır.
Bugün, dünya nüfusunun yarıdan fazlasının mensubu bulunduğu üç büyük dinin ortak atası olan Hz. İbrahim’in doğduğu, yaşadığı ve en önemli mesajını verdiği yer burasıdır. Yine bu dinlerce peygamberler silsilesinin önemli halkaları olarak görülen, Hz. Eyyüp, Hz. Şuayb. Hz. Musa gibi büyük peygamberlerin burada yaşamış olması dinler tarihinde Şanlıurfa’yı özel ve ayrıcalıklı kılmaktadır. Tarih boyunca sürekli ‘Peygamberler Şehri’ olarak dini yönü öne çıkmıştır. Arkeolojik bulgular, kırk yıl öncesine kadar dünyanın en eski tapınağının Malta’da olduğunu gösteriyordu. Ancak 1997’de Göbekli Tepe’de yapılan kazılarda elde edilen bulgular, insanlığın en eski tapınaklarından birinin Şanlıurfa’da 11. 500 yıl önce inşa edildiğini gösterdi.
Şanlıurfa da hüküm süren Orshone Krallığı da Hristiyanlık açısından büyük önem taşımaktadır. Orshone krallarından Abgar Ukomo’nun, Hristiyanlığı resmi din olarak kabul eden ilk kral olduğu bilinmektedir. Bu hükümdarın Hz. İsa’yı, dinini yaymak üzere Şanlıurfa’ya davet etmesi, İsa Peygamberin de yüzünü sildiği ve resminin çıktığı mendil ile birlikte Şanlıurfa’yı kutsadığına dair mektubu göndermesi, ilin “Blessed City-Kutsanmış Şehir” olarak anılmasına neden olmaktadır. Sümer, Akad, Huri-Mitanni, Hitit, Arami, Asur, Keldani, Med ve pers uygarlıklarının egemenliğinde kalan Şanlıurfa, Büyük İskender istilasıyla birlikte Helen kültürü ile tanışmış, daha sonra Seleukoslar, Edessa Krallığı ve Roma İmparatorluğu arasında el değiştirmiştir. Hz. Ömer zamanında Arap topraklarına katılan Şanlıurfa, sırasıyla Büyük Selçuklu, Latin Haçlı Kontluğu, Zengiler, Eyyubi Devleti ve İlhanlıların yönetiminde kalmıştır. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı topraklarına katılan Şanlıurfa, Birinci Dünya Savaşından sonra İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Fransızlara devredilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında vilayet haline getirilen şehir, tarihte birçok isim ve sıfat almıştır. Evliya Çelebi’nin “’Nazargah-ı İbrahim” dediği Urfa Araplar tarafından “Ruha” olarak anılmaktadır. Urfa suyu bol bir şehir olduğundan ismi hep su ile özdeşleşmiştir. Bir dönem adı “Coşkun Irmaklar Şehri” veya “Balıklar Şehri” anlamına gelen “Kaleriu” olarak anılmıştır. Süryaniler ise Orhoy olarak isimlendirmişlerdir. Büyük İskender, şehri fethettikten sonra şehrin adını Makedonya’da doğduğu kasabanın adı olan “Edessa” olarak değiştirmiştir. Son olarak Kurtuluş savaşında gösterilen kahramanlıktan dolayı, TBMM tarafından, 1984 yılında “Şanlıurfa” olarak değiştirilmiştir.
Günümüzde tarihi yapılar ve çevreler bir yandan geçmişi anımsattıkları veya evrensel ve ulusal kültürel kimliği tanımladıkları için, bir yandan da estetik boyutlarıyla insan yaşamını görsel, duygusal ve zihinsel olarak zenginleştirdikleri ve daha yaratıcı mekânlar oluşturdukları için korunmaktadırlar. Kültür varlıklarını ve tarihi çevreleri korurken geçmişimizi, dolayısı ile geçmiş ile bağını canlı tutarak geleceğimizi koruma altına almaktayız. Tarihi yapı ve çevrelerin bir kenti öbür kentten farklılaştırarak kent kimliğine katkıda bulunur; tarihi yapıları ve çevreleri olmayan kentin yeterince “kimliği”ninde olmadığını söylemek gerekir. Başka bir deyişle, "Eski binalardan yoksun bir kent, anılarından yoksun bir adam gibidir".
2. SANCAK’TAN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NE GEÇİŞ SÜRECİ
2. 1. Osmanlı Dönemi
2. 1. 1 Tanzimat Öncesi
1516'da Mercibadık Savaşı sonrasında, Yavuz Sultan Selim döneminde Şanlıurfa ve çevresi Osmanlı Devletine katılmıştır. Şanlıurfa, Osmanlı idaresi altındaki ilk zamanlar Diyarbakır eyaletine bağlanmıştır. Daha sonra, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Halep ve çevresi Dulkadiroğluları, Halep ve Rakka eyaletleri olarak üç eyalete ayrılınca Şanlıurfa, Rakka eyaletine bağlı bir sancak haline getirilmiştir. Şanlıurfa, Halep’e tayin edilen Hurşit Ahmet Paşa zamanında kaza haline getirilerek 1826 yılında Halep eyaletine bağlanmıştır. 19. yüzyılda Halep eyaletinin üç sancağı bulunmaktadır: Bunlar Halep, Urfa ve Maraş sancaklarıdır. Osmanlı ordusunun Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya yenilmesinin akabinde, Kütahya Antlaşması’yla, Şanlıurfa’nın yönetimi, 1833’te dört yıl süreyle Mısır’a bırakılmıştır. Bölge yeniden Osmanlı idaresine geçince Şanlıurfa, Maraş, Kozan ve Adana sancakları birleştirilerek Halep vilayetine bağlanmıştır. 1846’da yapılan yeni idari taksimatta Şanlıurfa, Halep vilayetinin Rakka sancağına (livasına) bağlanmıştır. Meşrutiyet sonrası hazırlanıp yayınlanan 1889 Salnamesi’nden anlaşıldığı üzere, Şanlıurfa, Halep vilayetinden ayrılarak bağımsız sancak haline gelmiştir Şanlıurfa Sancağına Birecik, Rumkale (Halfeti) ve Suruç kazaları bağlanmıştır. Bu idari yapı 1903’e kadar devam etmiştir. 1903 yılında yapılan düzenlemeyle Harran kazası Şanlıurfa’ya katılmıştır. Bugün Şanlıurfa bağlı ilçeler olan Siverek ve Viranşehir ise Diyarbakır vilayetinin merkez sancağı sınırları içinde yer almaktaydı.”
2. 1. 2 Tanzimat Sonrası
Osmanlı Devleti'nde Tanzimat’ın başlangıcında ülkenin mülki yapısı, valilerin başında bulunduğu eyalet, mütesellimlerin/kaymakamın başında bulunduğu sancak (liva), müdürlerin yönettiği kaza ve muhtarların başında bulunduğu köyler şeklindeydi. Merkezi idareyi basit işlerle uğraşmaktan kurtarmak ve kırtasiyeciliği önlemek (başka bir deyişle kısmi adem-i merkeziyet sağlamak) için eyalet ve sancakların birleştirilerek büyütülmesi, valiliklere yetki genişliğine sahip, tecrübeli ve muktedir yöneticilerin getirilmesi gerekiyordu. Tanzimat sonrası süreçte, eyalet sisteminden vilayet sistemine geçilmiştir.
“Osmanlı devlet adamları taşra yönetiminde reformun kaçınılmaz bir hal aldığını görerek 1863 yılı sonlarında yeni bir nizamname hazırlamak üzere harekete geçtiler. Bunun için Fuad Paşa’nın nezaretinde Midhat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa’nın da katıldıkları bir komisyon teşkil edildi. Komisyonun çalışmaları neticesinde ortaya çıkan nizamname, yeni teşkil edilmiş olan Tuna Vilayeti’ne münhasıran 8 Kasım 1864’te resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe sokuldu. Tarihe Tuna Vilayeti Nizamnamesi olarak geçen bu nizamname aslında bütün imparatorlukta uygulanmak amacıyla hazırlanmıştı. Ancak Bâbıâli, bu hususta tedbirli hareket ederek, nizamnameyi bir ön uygulama alanında tecrübe etmek istemiştir. Bunun için eski Niş, Vidin ve Silistire eyaletleri birleştirilerek Tuna Vilayeti kurulmuştu. Yeni teşkil edilmiş vilayetin başına da Niş Valisi Midhat Paşa getirildi. Paşa kısa süren Niş valiliği sırasında başarılı bir yönetim sergilemiş ve eyaletin karışık durumunu düzene sokmuştu”.
1864 tarihinde yayınlanan vilayet nizamnamesi, Mithat Paşa’nın 1864–1871 yılları arasında Tuna vilayetindeki uygulamalarından sonra, ülkenin genelinde geçerli hale getirildi. Buna göre Osmanlı toprakları vilayet, sancak, kaza ve köy’lerden oluşan yönetim birimlerine ayrılıyordu. Bu düzenleme ile yöneticilerin unvan ve atanmalarında da bir değişikliğe gidilmiş, eyalet adı vilayete dönüşürken, vali yönetici olarak durumunu ve unvanını koruyacaktı. Sancak terimi yerine ise zaman zaman liva teriminin kullanıldığı görülecek ve sancak yönetimi kaymakam yerine mutasarrıfa bırakılacaktı. Kaza birimi ise 1842’deki statüsünü korumakla birlikte seçimle göreve getirilen kaza müdürü yerine, kaza yöneticisi olarak kaymakam iş başına getirilecekti. Böylece en önemli değişiklik kaza yönetiminde yapılmıştır. 1871’e gelindiğinde nahiyeler de yönetim birimi olarak bu teşkilatta yerini alacaktır. Nüfusu 500’den fazla olan köy ve çiftlikler bir araya getirilerek nahiye birimi oluşturuldu. 1864 Vilâyet Nizâmnâmesi’nin, kısmî değişikliklerle 1866’da Halep eyaletinde de uygulandığı ve eyaletin idarî teşkilatlanmasının bu şekilde düzenlendiği görülmektedir. Bu amaçla eyaletin yeniden teşkilatlandırılması görevi Cevdet Paşa’ya verilmiştir. Buna göre eyalete, 1866 yılında Halep, Urfa, Maraş, Kozan, Adana ve Tarsus sancakları bağlanmıştır. 1869 yılında Adana, Kozan ve Tarsus sancakları çıkarılarak, eyalet sınırları daraltılmıştır.
1864 tarihinde yayınlanan Vilayet Nizamnamesi, Osmanlı mülki idaresi açısından bir dönüm noktasıdır. Merkezin yükünü azaltmak için, kentin bayındırlığı, altyapı inşası, temizlik, aydınlatma, narh, çarşı ve pazar işleri, itfaiye gibi konularda yetkili olmak üzere Belediye meclislerinin kurulmasına karar verildi. Vali ya da kaymakam tarafından atanacak olan “reis”, belediye meclisine başkanlık edecek, kararları uygulayacak ve vilayet ile belediye ilişkilerini düzenleyecekti. Kaza meclisleri kaymakam başkanlığında mal müdürü, tahrirat kâtibi, kaza hâkimi (naib), müftü ve gayrimüslim cemaat liderlerinden oluşmaktaydı. Seçilmiş üyeler, ikisi Müslüman, ikisi Gayrimüslim olmak üzere dört üyeden oluşmaktadır. Şanlıurfa liva ve Birecik kaza meclisleri Antep, Antakya ve Kilis ile birlikte 1847’de kurulmuştur.
“1864 Vilayet nizamnamesi ile taşra örgütlenmesinde görev dağılımı ayrıntılarıyla yeniden düzenlenmiş, vali en üst düzeyde hükümeti temsil eden ve çeşitli birimlerin yürüttükleri hizmetleri denetleyen bir görevli konumuna gelmiştir“. Bilindiği üzere, 1850’li yıllara kadar Osmanlı devletinde bir belediye örgütlenmesi yoktu. Devletin ifa etmesi gereken belediye hizmetleri, vakıflar aracılığıyla görülüyordu. Bunlar arasında su işleri, temizlik ve aydınlatma işleri, parklar ve bahçeler, mezarlıklar, yol ve altyapı hizmetleri, halk sağlığını koruyucu çalışmalar olarak sayılabilir. Osmanlı döneminde modern belediyecilik süreci Tanzimat dönemiyle (1839-1876) başlamıştır. Ancak bu dönemde belediyeler, bir “mahalli idare birimi olarak düşünülmemiş, sadece kentin temiz, bayındır ve aydın olması, kısacası kentlerin güzelleştirilmesinin sağlanması hedeflenmiştir.
Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen kalabalık sayıdaki İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin barındırılması ve buna yönelik alt yapı yetersizliği, 1854 yılında Fransız tarzı Şehremaneti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. 13 Haziran 1854 tarihinde yayınlanan nizamname ile belediye hizmetlerinde şehremini dönemi başladı. İlk kez İstanbul’da kurulan belediye teşkilatlarını ülke genelinde yaygınlaştırmayı amaçlayan 1869 Nizamnamesi kapsamında, aynı yıl, Şanlıurfa'da belediye teşkilatı kurulmuştur. Şanlıurfa’nın ilk belediye başkanı, 1869 tarihli salnameye göre, Sıtkı Efendi’dir. Sıtkı Efendi, muhtemelen dönemin yaygın uygulaması sonucu seçimle değil, atamayla gelmiş olmalıdır. Bu konuda kesin bir bilgi mevcut değildir. (Şanlıurfa Valiliği, 1997: 48). 1877 yılında “Belediye Kanunu” çıkarılmış ve Cumhuriyet döneminde 1930 Tarihli 1580 Sayılı Belediye Kanunu çıkarılıncaya kadar yürürlükte kalmıştır. 1877 Sayılı Belediye Kanunu’nda, belediyelere, 1864 ve 1871 vilayet nizamnamelerinden farklı olarak kamulaştırma yetkisi ile nüfus sayımı ve nüfus kütüklerinin düzenlenmesi görevi de devredilmiştir. Ancak kanunda yazılı olmasına rağmen belediyeler bu görevi üstlenmediler. Yine, bu kanun, belediyelere hijyen kontrolüyle ilgili tedbirler almayı, itfaiye teşkilatı kurmayı, dilsiz sağırlar için okul açmayı, kimsesiz çocuklar için sanayi okulları açmayı emretmektedir. Fakat bütün bunların tam olarak hiçbir zaman yerine getirilmediği de bir gerçekti.
2. 2. Cumhuriyet Dönemi
2. 2. 1. Tek Partili Dönem
Cumhuriyetin ilanından sonra 491 sayılı ve 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 89. maddesine göre yeniden düzenlenen idari yapı ile sancaklar (livalar) kaldırılmış, idari yapı Vilayet (il), kaza (ilçe), nahiye (bucak) ve köy olarak belirlenmiş ve mevcut vilayetlerin yanında sancaklar da vilayete dönüştürülmüştür. Bu yasayla Urfa Sancağı il olmuştur.
Cumhuriyet döneminde belediyeciliğin öncülüğünü ise devletin yeni başkenti olan Ankara yapmıştır. Belediyecilik anlayışı çağdaş, modern bir kent yaratmakla birlikte, rejimi gerçekleştirme ve koruma doğrultusunda oluşturuldu. 16 Şubat 1924 tarihinde, “Ankara Şehremaneti Kanunu” çıkarıldı. Kanuna göre belediye, hükümet tarafından atanacak bir başkan ve seçimle oluşacak bir meclis tarafından yönetilecekti.
1930 yılında, Temmuz 2005’e kadar yürürlükte kalan 1580 Sayılı Belediye Kanunu kabul edildi. Kanun, belediyeler için geniş bir görev alanı çizmekteydi. 1580 Sayılı Kanun, İstanbul ve Ankara için ayrı ayrı kanunların uygulanmasına son verdi ve belediyeler arasında bir eşitlik oluşturmayı amaçladı. Bununla birlikte kanunda İstanbul Valisi’nin aynı zamanda belediye başkanı olması ve Ankara Belediye Başkanı seçiminin, İçişleri Bakanlığına bırakılması gibi istisnalar bulunmaktaydı. 1580 Sayılı Kanun’da, yukarıda belirtilen bazı istisnalar hariç, belediye başkanının doğrudan hükümet tarafından atanması yerine, belediye meclislerine üyeler arasından veya seçilme şartlarını taşıyan dışarıdan bir kişiyi başkan olarak seçme hakkı vermesiydi. Seçilen bu kişilerin başkanlığı illerde, İçişleri Bakanı’nın imzası ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile diğer belediyelerde ise valinin onayı ile kesinleşmekteydi.
Tek parti döneminde (1923-1946), parti örgütü ile toplumsal ve yönetsel kurumlar iç içe geçmiş, bazen parti başkanlığı ile belediye başkanlığı birleştirilmiş, bazen de mülki amirler yerel yönetim işlevlerini üstlenmiştir. Zaman zaman belediye seçimlerinin yapılmış olmasına rağmen, belediye başkanının veya meclis üyelerinin görevden alınması ile sıkça karşılaşılmıştır. Tek parti döneminin sonuna doğru ise merkeziyetçilik iyice tırmanmıştır.
2. 2. 2. Çok Partili Dönem
Çok partili hayata geçişle birlikte belediye organları ve parti programları halkın beklentilerine daha duyarlı hale gelmiştir. Bu dönemde belediye görevleri yeni kurulan kurumlar aracılığı ile giderek merkeze kaydırılmıştır.
1960 Askeri Müdahalesi ile birlikte, belediye başkanlıkları 2 yıl süreyle vali ve kaymakamlıklara teslim edilmiştir. 1961 Anayasası, belediye organlarının organlık sıfatı kazanmalarının denetimini yargı yoluna bırakıyordu. 1963 yılında yürürlüğe giren 307 Sayılı Kanun’la, daha önce bakanlar kurulunda olan belediye meclislerini fesih etme yetkisi, Danıştay’a bırakıldı. Kanunla birlikte, belediye başkanları doğrudan halk tarafından, tek dereceli çoğunluk usulüyle seçilmeye başlanmıştır. 1961 Anayasası ile yaratılan özgürlükçü ortam, belediyelerdeki demokrasi uygulamasını fonksiyonel hale getirememiş, merkezi yönetim elindeki idari vesayet yetkisi, zaman zaman siyasi veya mali vesayete dönüşmüştür.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesiyle bütün belediye başkanlarının görevine son verildi, bütün yerel meclisler dağıtıldı. 1982 Anayasası, merkezin vesayet yetkisini genişletti; anayasa görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında, soruşturma ya da kovuşturma açılan yerel yönetim organları veya bu organların üyelerinin, mahkeme tarafından kesin karar verilene kadar, İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılmalarına olanak sağladı. Keleş’e göre “ilgili vesayet yetkisini kapsayan Anayasa’nın 127. maddesi antidemokratik uygulamalara zemin hazırlamış ve demokratik gelişmemiz açısından bir geri adım olarak değerlendirilmiştir”.
Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı 1984 yılında, Anayasanın büyük yerleşim yerlerinde yeni yönetim biçimlerinin geliştirilebileceğine ilişkin hükmüne dayanarak, 3030 Sayılı Kanun’la büyükşehir belediyelerinin kuruluşuna ve yönetimine ilişkin düzenlemeler yaptı. Uygulamada 1580 ve 3030 sayılı iki temel kanuna ek olarak, belediyelerin yetki ve hizmet alanlarını düzenleyen 40 civarında kanun mevcuttur. Bu durum ülkemiz belediye yönetimlerinin yasal çerçevesinin oldukça karmaşık olduğunu göstermektedir. Yerel yönetimleri güçlendirmeyi amaçlayan reform söylemleri zaman zaman gündeme getirilmekle birlikte, bu konuda pek bir ilerleme sağlanamamıştır. Fakat 3 Kasım 2002 tarihli genel seçimler neticesinde iktidara gelen Ak Parti’nin ülkede kamu yönetiminin yeniden yapılanması, merkeziyetçiliğin azaltılması, kaynakların verimli kullanılması ve demokrasinin geliştirilmesi amacıyla yerel yönetimlere büyük bir önem verdiğini, bu amaçla da, özellikle 2003-2005 yıllarını kapsayan dönemde uzun süren tartışmalar neticesinde eski Belediye Kanunu’nu, İl Özel İdaresi Kanunu’nu ve Büyükşehir belediyeleriyle ilgili yasayı değiştirdiğini görmekteyiz.
“Türkiye, 1980'1i yılların ikinci yarısında Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile yeniden ve yalnızca proje alanını kapsayan iller için Atatürk Barajı Projesi ekseninde bir bölge planlama çabası başlatmış, bu amaçla da özel bir kamusal kuruluş olan GAP İdaresini oluşturmuştur. Bölge halkının planlama ve uygulama süreçlerine katılımına elverişli olmayan, bir yerel yönetim birimi olmaktan çok birden çok ili ilgilendiren bir alan ölçeğinde merkezi yönetimin bir tür uzantısı niteliğindeki bir yönetim örneği oluşturan GAP İdaresi'nin, kent planlaması açısından kent yönetimlerinin planlama ve yapı denetimi işlevlerine parseller düzeyinde karışma yetkisine sahip kılınmış olması nedeniyle de yerel yönetim kuramına ve geleneğine ters düşen bir yapıya sahiptir. ”
6360 Sayılı Kanun’la, daha önce 5216 Sayılı Kanun’la getirilen ve İstanbul ile Kocaeli için geçerli olan, belediye sınırlarının mülki idari sınırlarıyla aynı olması uygulaması tüm Büyükşehir belediyeleri için geçerli hale gelmiştir. Şanlıurfa'nın 6360 Sayılı yasa ile Büyükşehir Belediyesi haline getirilmesi kentteki idari yapıyı tümüyle değiştirmektedir. Kentteki il özel idaresi ve 30 bucak kaldırılmakta, 15 belde belediyesinin ve 1.153 adet köyün tüzel kişiliğine son verilmektedir. 1871 yılında idari yapıda yerini alan nahiye/bucak teşkilatı önce büyük şehirlerde daha sonra 2014 yılında tüm illerde kaldırılmıştır. Kentte büyükşehir belediyesi ve üçü yeni kurulan merkez (Karaköprü, Haliliye, Eyyübiye) ilçeler olmak üzere on üç ilçe belediyesinden oluşan ikili bir idari yapı oluşmuştur.
6360 Sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu, Büyükşehir belediye sistemini önemli ölçüde değiştirmektedir. Aynı Kanun, Türk kamu yönetiminde köklü bir geçmişi bulunan il özel idaresi ve valilik müesseseleri için de önemli sonuçlar doğuran yeni hukuki düzenlemeler getirmiştir. Osmanlı Devleti'nden bu yana varlığını sürdüren valilik müessesesinin ildeki denetleyici rolü tartışmalı hale gelmektedir. Bu durumu seçilmişlerin atanmışlara karşı bir zaferi olarak niteleyip, demokratikleşme bakımından olumlu bir gelişme olarak görmek mümkün olsa da, asıl amacın bölge yönetimine geçiş hazırlığı olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumu Türk siyasetinde devam eden merkez-yerel çatışmasının bir parçası olarak değerlendirmek de abartı olmayacaktır. Ayrıca bazı yazarlarca şehirlerin rekabet gücünün artırılması, nitelikli ve uzman personel istihdamı, yerel hizmetlerin standart ve kalitesinin yükseltilmesi ve yerel demokrasinin geliştirilmesi de Büyükşehirlerin kurulma gerekçeleri arasında sayılmıştır.
Kaynak:TARİH PERSPEKTİFİNDE ŞANLIURFA’DA MERKEZİ YÖNETİM - YEREL YÖNETİM İLİŞKİSİ / Av. M. Lamih ÇELİK